ARŞİV

GENNARATION DERGİSİ’NDE YAYINLANAN YAZILARIM

Y KUŞAĞI İŞVERENİN MARKA OLMASINI İSTER

İş dünyası kendine has özellikleriyle tabir yerindeyse şahsına münhasır, gelmiş geçmiş en ilginç nesille karşı karşıya??Y Kuşağı?! Son dönemlerde nereye giderseniz gidin, kiminle konuşursanız konuşun herkesin dilinde bu kuşak. Kimi yerden yere vurup şikayet ediyor, kimi de göklere çıkartıp övüyor. Sosyal bilimciler tarafından 1981 ? 2000 yılları arasında dünyaya gelenler olarak tanımlanıyor ve ülkemizin son nüfus bilgilerine göre de, nüfusun %25?ini oluşturuyorlar. Üniversitede öğretim görevlisi olarak kendileriyle yakın ilişki içerisindeyim. Özgürlüklerine düşkün, teknolojiye tutkunlar. Otoriteye meydan okumayı seviyorlar, ailelerini de patronu da sorguluyorlar. Az zamanda iyi iş çıkarmaya odaklılar. Sadık değiller, hızlı düşünebiliyorlar, savaş ya da kıtlık görmedikleri için yoksunluk nedir bilmiyorlar. Kendilerini seviyor, güveniyor, değer veriyorlar. Sabırdan yana zayıf, hız düşkünü, yüksek performans gösteren bir grup insan.

Kısa bir süre önce iş dünyasına adım attılar, geleceğin iş gücünü ve yöneticilerini onlar oluşturacaklar. Geleneksel mekanizmanın tam zıttı bir nesil. İş arama konusunda da önceki nesiller gibi öyle kaygıları filan da yok. ?Şirket beni değil, ben şirketi seçerim? diyenlerin sayısı epeyce fazla. Çalışmak istedikleri şirketleri belirlerken maaş, mekan, sosyal imkanlar gibi konuların yanında ve hatta ötesinde firmanın ismine, saygınlığına ve bilinirliğine önem veriyor, seçim yaparlarken farkındalık yaratan, başarıları ve bilinirliği yüksek olan şirketleri tercih ediyorlar. Yani tıpkı kullandığı telefonun, arabanın veya taktığı saatin markasını söylerken gurur duyduğu gibi çalıştığı şirketin adını söylerken de aynı duyguyu hissetmeyi, söyledikleri anda arkadaşlarında ve diğer sosyal çevrelerinde ?wow orda mı çalışıyorsun? etkisi yaratmayı istiyorlar. Çalışacakları şirketin insan kaynakları konusunda marka değeri olması onlar için çok önemli.

Şirketler de iş hayatına yeni giren, beklentileri önceki kuşaklardan çok farklı olan bu yeni nesil tarafından tercih edilen şirket olmak, en nitelikli olanlarını çekmek ve elde tutmak için marka değeri yaratmaya yöneliyorlar, gündemlerinde ?işveren markası? olmak var. Günümüzde şirketler sadece ürettikleri ürün ve hizmetler ile değil, işveren markası olup olmamalarıyla da anılıyor artık. Neden mi? En öncelikli neden olarak yukarıda söylediğim gibi ?Y Kuşağı? bunu istiyor. İkinci neden de şüphesiz ki yetenek kıtlığı. Dünyanın her yerinde şirketler en kıt kaynak olan yeteneğe ulaşmak için çok büyük bütçeler ayırıyor. Yetenekleri kendilerine çekmek için de kendilerini ?çalışılabilecek en iyi şirket? olarak konumlandırmak için uğraş veriyorlar. Bugün artık birçok işletme rekabette geri kalmamak ve özellikle de zor zamanlarda çalışanların tam destek ve enerjisinden faydalanmak için insanı yönetilmesi gereken bir kaynaktan çok yatırım yapılması gereken bir sermaye olarak görüyor. ?Bu gider yenisi gelir? dönemi hızla kapanmaya başladı. ?Y Kuşağı? da şirketlerin aradığı sermayenin ta kendisi olduğunu çok iyi biliyor.

Bahsettiğimiz bu işveren markası, şirketin hedef kitlesinin çalışmak üzere kendisini seçmesi ve kendisinde çalışmaya devam etmesi için önerdiği değerlerin bütünüdür. Temelinde, şirketlerin varlıklarını sürdürebilmeleri için çalışanlarını da birer müşteri olarak görmeleri, bu anlayışta stratejiler geliştirmeleri ve insan kaynakları uzmanlarının da pazarlama odaklı hareket etmeleri yer alıyor. İşveren markası yaratıp yetenek avcılığına soyunan şirketlerin bugün birincil hedef kitlesi; ?Y Kuşağı?. Hedef kitlesi ile iletişim kurmak ve onun zihninde çalışmak için en mükemmel şirket algısını yaratmak, paralel olarak da marka değerini oluşturmak için bir iletişim aracına ihtiyacı var. ?Y Kuşağı?, geleneksel iletişim araçlarını neredeyse kullanmıyor. Onlar için tek bir iletişim aracı var o da ?sosyal medya?. Hatta sosyal medyanın, teknoloji bağımlısı olan bu neslin yaşam biçimi olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu sebeple, şirketler nasıl ki müşterilerine ulaşmak için pazarlamanın son trendi olan sosyal medya pazarlamasını kullanıyorsa, aynı şekilde işveren markasını oluşturmak için de bu yeni mecrayı kullanmaları gerekiyor. Çünkü Y kuşağı şirketlerin kendilerine ulaşmak için üniversitelerde düzenledikleri geleneksel kariyer günlerinden etkilenmiyor artık, hatta katılmıyor bile. Bu kuşak için bir şey yapacaksan sosyal medyada yapacaksın. Birçok firma hala bu yoldan nasıl yararlanacağını bilmiyor; ama yavaş yavaş insan kaynakları departmanları sosyal medyada yerini almaya başladı. En güzel örnek de yakın zamanda facebook?taki sayfasını incelediğim Schneider Electric. İnsan kaynakları birimi faceook?ta Schneider Electric Fun adı altında bir sayfa oluşturmuş, sayfayı beğenenlerin sayısı; 14.767. Sayfanın yönetimi muazzam güzel. Etkinliklerin, eğitimlerin videoları ? fotoğrafları paylaşılıyor, görüşlere yer veriliyor, kariyer planlamasına dair nitelikli içerikler yazılıyor. Sayfa oluşturulmadan önce staj başvuru sayısı 4 bin civarında iken, sayfanın oluşturulup etkin bir şekilde yönetilmesinin ardından sayı 9 bin 500?e ulaşmış. Diğer şirketler İK birimleri de farkındalık yaratmak istiyorlarsa bir an önce sosyal medyayı nasıl kullanacaklarını öğrenmeli.

Gördüğünüz gibi gün geçmiyor ki sosyal medyanın etkili olduğu bir alan olmasın.

                                                                      ???

MAVİYE DAİR…

Her renk, ruhun ve aklın bir halini ifade eder. Her rengin bir anlamı ve insanda uyandırdığı bir etkisi vardır.

Vardır da, mavi bir başkadır.

Mavi;

Denizin, gökyüzünün rengidir.

Derin duyguların ifadesidir.

Sonsuz huzur duygusudur.

Gerçeğin hayale dönüştüğü mucize bir yoldur.

Eski Türkler?de sadakat, İran?da cennet, Hindistan?da sessizlik, Moğollar?da asalet, Çin?de ölümsüzlüktür.

Mavi;

Duyarlıdır, anlayışlıdır, kendisi ve çevresi ile barışıktır, adildir, sadıktır, güven verir, sakinleştirir, bulunduğu ortama uyar, insanları anlar?

Bütün erdemler maviye verilmiş gibi adeta. Mürekkep kullanılmaya başlandığından beri en baskın renktir mavi. İnsanlığın kendisini görsellik ile ifade etmeye başlamasından beri de en popüler?

Türkçe?ye, Arapça su renginde olan, suyla ilgili olan, suya benzeyen anlamında olan ?mâî? den gelmiştir.

Freud ?okyanussal? diye tanımlar onu.

Picasso en güzel resimlerini ?Mavi Dönem? olarak adlandırdığı döneminde yapar.

Mimari şaheser Sultanahmet Camii, mavi çinileriyle ?Blue Mosque? olarak bilinir.

Nerdeyse bin yıllık geçmişi olan, Afrika kökenli etnik müzik Blues adını alır.

Anadolu?da 3 bin 500 yıldan beri uğur getirmesi, kem gözlerden koruması amacıyla kullanılan nazar boncuğunun taşı mavi renklidir.

Yapılan araştırmalar sonucunda insanların akıllarında en fazla kalan renk odur.

Toplumsal beğeni olan ?moda?nın da hiç vazgeçmediği bir renktir. Her dönem mavi modadır, hemen hemen her insana da yakışır. 20. yüzyıldan başlarından günümüze kadar fenomen giysi

haline dönüşen ?blue jean? adını maviden alır. Marie Clarie dergisi yaptığı bir araştırmada mavi basılan kapakların en çok satılan sayılar olduğunu belirtir.

Mavi, modern yönetim literatüründe de hatırı sayılır bir konuma sahip. Sonsuzluğu, otoriteyi ve verimliliği çağrıştırdığı için firmaların kurumsal kimliklerinde de kullanılan en hakim renk. Dünya üzerindeki firmaların yarısından çoğunun logolarında ana renk olarak maviyi görmek mümkün. Dell, Turkcell, P&G, IBM, Ford, KLM, Volvo, Pepsi, Unilever bunlardan sadece birkaç tanesi. Zira borsalarda en büyük ve en iyi şirketlere verilen isim ?blue chips? tir. Yıllar itibariyle istikrarlı seyir izleyen tanınmış firmaların kağıtlarıdır ve yatırımcı gözünde tam güvene sahiptirler.

Son dönemlerde tıpkı renkler gibi hayatımızı çevreleyen ve hayatımızın her alanında olan sosyal medya platformlarının da rengi mavi. Facebook, Twitter, Friendfeed, Myspace, Linkedin, Vimeo, Skype? Bakın hepsinin logolarında mavi tonlarını göreceksiniz. Bu bir tesadüf değil, değil mi? Gerçi Facebook?un maviyi seçmesi biraz kadere bağlı. Geçtiğimiz dönemlerde platformun kurucusu Mark Zuckerberg, logonun neden mavi olduğunu açıkladı ve medyada da haber olarak oldukça yer etti. Zuckerberg, renk körü, tam olarak görebildiği tek renk mavi, mecburi bir seçim yani. Ancak diğer sosyal medya platformlarının mavi renk tercihi tabii ki bilinçli.

Mavi, renk skalası içerisinde gözü ve beyni en az yoran, en az rahatsız eden renk. Sosyal medya platformları kullanıcılarını yormamak ve daha fazla vakit geçirmelerini sağlamak için maviyi tercih ediyorlar. Ve tabii bu seçimde, mavinin iletişim rengi olduğu gerçeğini de atlamamak gerek.

Yazının başında ?mavi? için bir başka dedik ve ona ithafen yazdık; ama hayat tüm renkleriyle güzel, bir tanesi eksik olsa olmaz.

?Günlerden bir gün dünyanın bütün renkleri toplanmışlar. Kendi aralarında tartışmaya başlamışlar hangi rengin en önemli renk olduğunu.

Yeşil demiş ki;

- En önemli renk benim. Çimenler, ağaçlar, yapraklar için seçilmişim. Etrafınıza şöyle bir bakın. Her taraf benim rengimle kaplı.

Mavi atılmış;

- Sen sadece yer yüzünün rengisin. Ya ben? Ben hem gökyüzünün hem de denizin rengiyim.

Sarı söz almış;

- Siz dalga mı geçiyorsunuz? Ben bu dünyaya sıcaklık veren rengim.Güneşin rengiyim. Ben olmazsam soğuktan donarsınız.

Turuncu, sarının sözünü kesmiş;

- Ya ben??Ben sağlık ve direncin rengiyim. İnsan yaşamı için gerekli vitaminler hep benim rengimde bulunur. Portakalı, havucu düşünün. Pek ortalarda görünmeyebilirim; ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güzel rengi veren de benim.

Kırmızı daha fazla dayanamamış;

- Ben hepinizden üstünüm. Ben kan rengiyim.Kan olmadan hayat olur mu? Ben tehlike ve cesaretin, ateşin, aşkın ve tutkunun rengiyim. Bu dünya ben olmadan bomboş olurdu.

Mor ayağa kalkmış;

- Hepinizden üstün benim. Ben asalet ve gücün rengiyim. Bütün krallar ve liderler beni seçti.

Bütün renkler kendisini överlerken kavgaya tutuşmuşlar. Onlar kavga ederken bir anda gök gürültüsü başlamış, şimşekler çakmış ve yağmur damlacıkları gökten yeryüzüne inmiş. Birden yağmurun sesi duyulmuş;

- Sizi aptal renkler. Bu üstünlük çabanız ne? Siz bilmiyor musunuz ki her biriniz bütünün bir parçasısınız ve her biriniz farklı bir görev için yaratıldınız. Birbirinizden farklısınız ve her biriniz kendinize özelsiniz. Siz bir bütünü oluşturuyorsunuz; HAYATI? Şimdi elele tutuşun ve bana gelin.

Bunun üzerine renkler çok utanmış. Elele tutuşup birlikte gökyüzüne uzanmışlar. Bir yay şeklinde dizilmişler. Ve yağmur demiş ki;

-Bundan böyle her yağmur yağdığında birleşip gökyüzünden yeryüzüne uzanacaksınız. Sizler bütünü, hayatı temsil ediyorsunuz. İnsanlar sizi gördükçe huzur duyacaklar, mutlu olacaklar. Gökyüzünü bir kuşak gibi saracaksınız ve size “GÖKKUŞAĞI” diyecekler…

                                                                     ???

BENETTON “NEFRETE KARŞI” ÇIKTI

Pazarlama literatüründe, bir şirketin veya markanın toplumsal bir konuyu görev edinmesi, savunduğu bir davasının olması, dünya için çaba göstermesi ve bunu marka stratejisinin özü olarak kabul etmesi olarak tanımlanan ?Misyon Pazarlaması? nda ilk akla gelen isimlerden biri şüphesiz ki Benetton.

Benetton, 1982 ile 2000 yılları arasında birlikte çalıştığı radikal reklamcısı Oliviero Toscani?nin reklam kampanyalarıyla kültürel çeşitliliği destekleyen, ön yargıları yıkan ve ırkçılığın karşısına çıkan bir güç oldu. Rahip ile rahibenin öpüşmesi, kanlı asker kıyafeti, zenci bir kadının beyaz bir bebeği emzirmesi, üzerinde renklerin yazılı olduğu kalpler markanın hafızalarımızda yer eden radikal fotoğraflarından birkaçı. Bugün bile hala derslerimizde konu ettiğimiz fotoğraflar?Benetton, bu fotoğrafları ile birlik mesajı vererek, bir marka kimliği inşa etti ve aslında ?misyoner? bir marka oldu. Toscani?nin 2000 yılında marka ile yollarını ayırmasının ardından, Benetton keskinliğinden yavaş yavaş uzaklaşarak normal ve daha orta karar bir markaya olmaya başlamıştı. Ancak dönüşü muhteşem oldu. Geçtiğimiz günlerde duyurduğu ?Unhate? konseptli fotoğrafları ile misyoner marka kimliğine yeniden dönüş yaptı. Davası yine ?dünyanın daha iyi bir yer olması?? Geçmişteki çalışmaları ile aynı çizgide. Ne bir eksik ne de bir fazla. Aslında kampanya doğrudan Benetton için değil, Benetton?ın desteklediği Unhate Vakfı için hazırlanmış bir kampanya. Ancak işin PR kısmı Benetton?ı doğrudan etkiledi.

Tüm dünya liderlerini, uluslarını ve insanlarını nefret kültürüyle mücadele etmek için davet eden reklamlarda, Papa 16. Benedict ile Mısırlı imam Ahmed Muhammed El Tayib, ABD Başkanı Barack Obama ile Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Hu Jintao ve Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, Filistin Lideri Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Fransa Cumhurbaşkanı Nickolas Sarkozy ile Almanya Başbakanı Angela Merkel, Kuzey Kore Lideri ile Kim Jong İl ve Güney Kore Cumhurbaşkanı Lee Myang Bak?ı öpüşürken görüyoruz. Bir araya gelmesi ütopya olarak düşünülen birbirine zıt kişiler, liderler? Zira, Benetton Gurubu Başkanı Alessandro Benetton, kampanyayı duyurduğu Paris?teki basın toplantısında şöyle ifade etti; ?Küresel aşk, her ne kadar hala ütopya ise de nefret kültürüyle mücadele etmek, iddialı ancak bir o kadar da gerçek ki bir hedef?. Yani yine de bir umut diyor. Paris?teki basın toplantısı ile eş zamanlı olarak kampanyanın büyük boy baskıları da bazı büyük kentlerin meydanlarında yüzleri maskeli kişiler tarafından gerilla pazarlama taktiği ile kısa süreli olarak asılıp sergilendi. Öpüşme eylemi olarak görünen bu çalışmalar, karmaşıklaşan dünya düzenine oldukça önemli mesajlar veriyor aslında. Ancak marka; ?iyi bir amacımız var, fotoğraflarını kullandığımız kişilerin de bunu anlayışla karşılayacaklarını umuyoruz? dese de pek öyle olmadı, kampanyanın kamuoyu ile paylaşılmasının hemen ardından ilk tepki tabii ki Vatikan?dan geldi. ?Kabul edilemez? diye resti çekti. Bunun üzerine Benetton, papa ile imamın öpüştüğü afişi kullanmayacağını açıkladı. Bu iş Beyaz Saray?ı da rahatsız etti, sarayın sözcüsü yaptığı açıklamada ?Beyaz Saray?ın başkanın isminin ya da benzeri ticari amaçlarla kullanılmasını uygun görmeyen bir politikası vardır? dedi.

Benetton, rahip ile rahibeyi öpüştürdüğü fotoğrafında da ilk tepkiyi Vatikan?dan almıştı. Bu kampanyasında da eleştiriler alacağını, kınanacağını biliyordu. Ama aynı zamanda özellikle de sosyal medya sayesinde çok geniş kitlelere ulaşacağını, ses getireceğini ve hafızalarda yer edeceğini de biliyordu, bunun için de dünyanın 120 ülkesinde yürüttüğü kampanya için 120 milyon Euro bütçe ayırdı. Öyle de oldu, geniş kitlelere ulaştı? Kampanyanın bir ayağı olarak kurduğu unhate.benetton.com sitesi, markanın şimdiye kadar aldığı en fazla tık sayısını aldı. Yine kampanya için hazırlanan film milyonlarca insan tarafından izlendi ve paylaşıldı. Web sitesinde yer alan? kiss wall? da yani öpüşme duvarında binlerce insan kendi fotoğraflarını yükledi.

Yazımın başında da belirttiğim gibi Benetton için misyoner bir marka diyebiliriz ve misyoner markalar ürünlerini ve kendi imajlarını değil de, savundukları davanın pazarlamasını yaparlar. Yani markanın stratejisi toplumsal bir olgu üzerine kurulu olur. Tabii ki misyon pazarlaması da bir ?kapitalizm? projesi. Ama dünyayı daha yaşanılır bir hale getirmek ve daha iyi bir yer haline dönüştürmek için mücadele ettiği için diğer tüm pazarlama trendlerine tercih ederim.

                                                                                          ???

TARAFTAR PAZARINDA VAR OLMAK

Spor, geçmişten günümüze kadar her yaştan her statüden bireyin farklı algı düzeylerinde ilgisini çeken ve şimdilerde de milyarlarca dolarlık büyüklüğe sahip bir endüstri haline dönüşen muazzam önemli bir toplumsal olgu.

Bu ayki konumuz da ?spor ve marka ilişkisi??

Ülkemizde spor denince tıpkı benim olduğu gibi hepimizin aklına şüphesiz ki ?futbol? geliyor. Baktığınızda pek çok ideolojinin bile önüne geçen taraftarlık duygusu, özellikle de ?futbol taraftarlığı? Türk insanın vazgeçilmezleri arasında yer alıyor ve öyle ki çok önemli siyasi gündemleri bile saniyeler içerisinde değiştirebilme gücüne sahip, bugünlerde de bunun örneklerini sıklıkla görüyoruz zaten. Türkiye?de yaşıyorsunuz futbol muhabbetinden kaçmanız neredeyse imkânsız gibidir. Bir araya gelmesini hiç ummadığınız, iki uzak insanı bile bir anda birbirine derin bir muhabbet bağı ile yakınlaştırabilir. Yani bildiğimiz bir gerçek; Türkiye toplumu futbol ile yaşayan bir toplum.

1990?lı yıllar Türk futbolu için dönüm noktası olan yıllardır. O yıllardan itibaren başlayan endüstrileşme süreci, futbolun parasallaşan ve ticarileşen bir özellik kazanmasına yol açtı. Futbol bir endüstri oldu, futbol kulüpleri de ticari kimlikleri olan şirketler? Artık kulüplerin değerleri, karlılıklarına, büyüme hızlarına ve rekabet içerisindeki risk değerlerine göre hesaplanıyor. Yani futbol artık ?sadece futbol? amacıyla yapılmıyor. Futbolun çok büyük bir ekonomik güç ve geniş bir sektör haline gelmesi doğal olarak üreticilerini ve tüketicilerini de oluşturdu. 70?li ? 80?li yılların ortalama seyirci profilinin yerini artık gelirinin bir kısmını taraftarı olarak gönül bağı ile bağlı olduğu ve duygusal pazarlama çalışmaları ile kendisini bağlayan kulübüne harcamaktan çekinmeyen taraftar profili aldı. Yani klasik taraftar profilinden ?taraftar tüketici? profiline geçiş? Taraftar artık ulaşılması gereken, ilişkisinin kurulması, iletişiminin yönetilmesi, istek ve ihtiyaçlarının dinlenmesi ve bu doğrultuda stratejilerin geliştirilmesi gereken birer müşteri olmaya başladı. Şirketler ve markalar sadık müşterilerini yaratmak ve onları ellerinde tutmak için ne yapıyorsa aynısı sadık taraftar yaratma için futbol kulüpleri yapıyor.

Taraftar pazarında ayakta kalmanın yolu da; markalaşmak. Bunun fazlasıyla farkında olan futbol kulüpleri de taraftar müşterileri nazarında algılarını yönetmek, imajlarını geliştirmek ve kendi markalarının iletişimini güçlendirmek amacıyla pazarlamanın tüm mecralarını yakından kullanıyorlar. Son 5 yıldır pazarlama mecralarındaki en büyük trend ise hepimizin bildiği gibi ?sosyal medya?. Hani dünya nerede dönüyorsa, hedef kitle neredeyse şirketler ve markalar da orada olmak zorundadır deriz ya hep, işte futbol kulüpleri için de dünya ?sosyal medyada? dönmeye başladı aslında. İnternet kullanımının yaygınlaşması ve çeşitlenmesinin akabinde spor etkinliklerini takip etme alışkanlıkları da hızla değişti, gelişti. Taraftar, televizyon karşısındaki izleyicinden veya stadyumdaki destekçiden daha da interaktif durumda, yorumlarını, eleştirilerini, taleplerini sosyal ağlarda dile getiriyor. Bu bağlamda astronomik rakamların döndüğü endüstri haline gelen günümüz futbolu, yüz milyonlarca insanın her gün iletişim kurmak için tercih ettiği sosyal ağda kendisine daha da fazla yer buluyor. Kulüplerin sosyal medyada geliştirdikleri ağlar sayesinde taraftarlarını bir çatı altında toplaması, duygu, düşünce ve tepkilerini dile getirmelerini sağlaması, takım taraftar ile taraftarın da takım ile doğrudan iletişim kurması mümkün. Sosyal medya ayrıca, kulübün paylaşım ve etkinliklerinde taraftarlarına ulaşabilecekleri en ucuz ve en kolay iletişim ağı.

Türkiye?de şu an itibariyle sosyal medyayı en iyi kullanan spor kulübü; Galatasaray. Açık ara üstelik. Bugün facebook üzerindeki resmi fan sayfasında sahip olduğu 5 milyon 836 bin üyesi ile Famecount isimli internet sitesinin dünya üzerindeki tüm spor kulüplerini kapsayan araştırmasında 8. sırada yer alan Türk takımı. İlk sırada 18 milyonu aşkın fanı ile FC Barcelona yer alıyor. Aslında geçmişe dönüp baktığımızda Türkiye?nin on-line mecralardaki potansiyelini fark eden ve kurumsal web sitesini hayata geçiren ilk spor kulübünün de yine Galatasaray olduğunu görüyoruz. Zira 1996?da www.galatasaray.org?un faaliyete geçmesiyle internet dünyasına adım atan ilk takımdır. 2009 yılından itibaren yaşanan sosyal medya patlamasının ardından da Türkler?in 2. memleketi haline gelen Facebook?a yoğunlaştı ve kuruluş yılına da atıfta bulunarak 19.05.2009 tarihinde resmi fan sayfasını devreye soktu. Bir ay gibi kısa bir süre içerisinde 1 milyon 800 bin üyeye ulaştı, bir yılın sonunda da 2 buçuk kat artış göstererek 4 milyon 500 bin fan sayısına sahip oldu. Facebook?un yanı sıra diğer sosyal networkleri de oldukça aktif kullandığını söylemek mümkün. Galatasaray, Twitter?daki 298 bin takipçisi ile ?verified? yani onaylanmış tek spor kulübü. Spor kulüplerinin sosyal ağlardaki resmi sayfalarının yanı sıra taraftarlarında kurulmuş ve yönetilen sayfalar da var tabii ki. Bu sayfaların takımlara ait olduğunu anlamanın en kolay ve en güçlü yolu resmi web sayfasından Facebook ve Twitter sayfalarına direkt linklerinin olması. Bu eklentilerin basit entegrasyonlar ile web sayfalarına eklenmesi çok kolay ama gelin görün ki yine Galatasaray dışındaki diğer spor kulüplerinin böyle bir hamleyi gerçekleştirdiğini görmek mümkün değil. Halbuki ?İstanbul medyası ile baş etmemiz zor? diyerek yakınan spor kulüpleri ve bu serzenişlerini her yerde dile getiren, İstanbul medyasının kendileri ile ilgilenmediklerinin sürekli vurgulayan kulüplerin başkanları için paha biçilemez bir mecra sosyal medya. Alın kendi medyanızı istediğiniz şekilde kendiniz yönetin, üstelik de yukarda belirttim ya, neredeyse sıfır maliyet ile.

Yeni iletişim teknolojileri ile entegre olmayan şirket ve markaların günümüzde yol katmesinin imkansız olması gibi, sosyal medyada aktif ve etkin olarak ?taraftar müşterisi? ile iletişim kurmayan ve bu anlamda marka iletişim stratejisini geliştirmeyen spor kulüplerinin de geleceğinin ? ticari anlamda ? parlak olmayacağı bir gerçek.

Amaç taraftar pazarında ayakta kalmak ise; buyurun sosyal medyaya.

                                                                      ???

E-TİCARET OLDU F TİCARET 

İnternetin hayatımızın tam orta yerine yerleşmesinin hemen ardından gelişen elektronik ticareti, yıllardır konuşuyoruz, tartışıyoruz, okuyoruz, yorumluyoruz, yazıyoruz?Her popüler şey ilk çıkış zamanlarında yoğun eleştiri ile karşı karşıya kalır. Bu Allah?ın emri artık.

E-ticaret de ilk gündeme geldiğinde asla tutmayacağı, tüketicilerin geleneksel alışveriş yöntemlerini asla bırakmayacağı yönünde eleştirilere maruz kaldı. Hele ki bizim gibi geleneksel toplumlarda ?bakmadan, görmeden, dokunmadan? alışverişin olmayacağı söyleniyordu. Ama aradan geçen zamanda hepimiz anladık ki bu e-ticaret denen şey çok kazançlı bir şey. Bunu en iyi gösteren de cirolar tabii ki. 2010 yılının e-ticaret ciroları sıralamasında ilk 10?da bulunan ticaret sitelerinin toplam cirosu; 551 milyon$. Nasıl, güzel rakam değil mi? Şu sıralarda markalarının büyük bir çoğunluğunun geleneksel satış noktalarının yanı sıra sanal satış noktalarının varlığından da söz etmek mümkün. İşte çıkış zamanlarında e-ticareti eleştirip de köşe noktaları kaptıranlar şimdi dizlerini dövüyorlar.

E, tabi hayat değişimden ibaret. Hiçbir şey olduğu yerde, olduğu gibi kalmıyor. Her yeni gelişen şey, bir öncekinin tahtını sallıyor. Kullanıcı alışkanlıkları, tüketim tarzları, satın alma yöntemleri değişiyor, trendler birbirini kovalıyor adeta. E-ticaret de değişiyor, trendlere göre şekilleniyor, daha doğrusu şekillenmek zorunda kalıyor. Günümüzün de en büyük trendi; ?sosyal medya?. Teknoloji ve sosyolojinin birleşimi olan sosyal medyanın muazzam bir gelişim hızına sahip olduğunu hepimiz yakından görüyoruz. Üstelik çok da kısa sürede oldu her şey. Yani sosyal medyanın kısa bir tarihi var; ama uzun bir geleceği olacak gibi görünüyor. Sosyal medya, sahip olduğu o muhteşem ve aynı zamanda da şaşırtıcı ilerleme hızıyla markaların hedef kişi ve guruplarıyla iletişimlerinde de şüphesiz önemli bir pazarlama aracı oldu.

 Sosyal medya deyince de akla dünya çapında 500 milyonun üzerinde üyesi bulunan en büyük paylaşım sitesi Facebook geliyor. Geçtiğimiz aylarda e-Marketer?ın yayınladığı raporda web kullanıcılarının çok büyük bir kısmı öncelikle Facebook kullanıcısı. Yine AdAge/Ipsos tarafından yapılan medya alışkanlıkları araştırması sonucunda Facebook kullanıcılarının %75?inin Facebook?ta bir markayı beğendiği ortaya çıkmış ve yine aynı araştırmada Facebook kullanıcılarının 1,5 kat daha fazla on-line alışveriş yaptıkları gözlemlenmiş. Bu parçaları birleştirdiğimizde Facebook?un paranın dolaşımını güçlü bir şekilde etkileyebilecek küresel bir değer yarattığını görmek mümkün.

Yani durum şu ki; dünya şu anda Facebook?ta dönüyor aslında. Dünya nerede dönüyorsa ticaret de orada haliyle. Markalar, hedef kişi ve gurupları ile doğrudan iletişim kurmak amacıyla kullandıkları Facebook?u artık satış kanallarından bir tanesi olarak konumlandırmaları yeni bir trendi ortaya çıkarttı; F-Ticaret.

Bu yeni ticaret modeli markaların Facebook?taki hayran sayfaları üzerinden satış yapmalarına ve müşterilerin de Facebook ortamından ayrılmadan alışverişlerini gerçekleştirmelerine olanak tanıyan bir model. Geçtiğimiz birkaç yıl öncesinden itibaren sosyal medya üzerinden ticaretin önem kazanacağına dair öngörüler yazılıp, çiziliyordu. İşte o gün, bugün. Markalar ve şirketler çok düşük hatta neredeyse sıfıra yakın bir maliyetle dünyanın ve Türkiye?nin en işlek merkezine mağazalarını açabiliyorlar. Müşteriler de F-Ticaret sayesinde bir ürünü almadan önce, alırken veya aldıktan sonra fikir alışverişinde bulunabiliyor, ürünü değerlendirebiliyor, yorumlarını paylaşabiliyor.

F-Ticaret, E-Ticaret de treni kaçırıp dizlerini dövenler için de bulunmaz bir fırsat. Henüz çok yeni; ama yakın zamanda sanal dünyada ticaret yöntemlerini tamamen değiştirmemesi için hiçbir neden bulunmuyor. Bu durumun sinyallerini şimdiden görmek mümkün.

Ve tabii, her konuda olduğu gibi F-Ticaret?te de erken kalkan yol alacak.

                                                                      ???

HALKLA İLİŞKİLER PLATFORMU’NDA YAYINLANAN YAZILARIM

MÜŞTERİ TACİZ YÖNETİMİ – 25 Haziran 2011

Bir iş günü ve ben toplantıdayım, sessiz konumdaki telefonum çalar, arayan; 444 25 25 ? Akbank, meşgul tuşuna basarım. 2 saat süren toplantım boyunca 4 kez arar ve her defasında da meşgul tuşuna basarım. Toplantı sonrasında yine aradığında sinir harbi ile veryansın etmek için açarım telefonumu, karşımda otomatik konuşan bir kadın. Kapatırım telefonumu. Hafta boyunca, çalıştığım sırada, en yoğun olduğum zamanlarda beni aramaya devam eder Akbank. Artık tahammül sınırlarımı aşar durum ve ararım Akbank?ı ve derim ki; ?lütfen beni bir daha aramayın, databankınıza bu kişi kesinlikle aranmak istemiyor diye kaydedin, eğer beni aramaya devam ederseniz sizden şikayetçi olacağım? Müşteri Hizmetleri Yetkilisi ?peki? der ama ben haftada en az 3 kez Akbank tarafından mutlaka aranırım.

Yine bir iş günü. Kullandığım iki hattım da aynı anda çalar. Arayan 444 0 532 ? Turkcell. Ex-operatörüm. Açmam telefonumu, yine arar, açmam, yine arar, meşgul tuşuna basarım yine ara, açarım ilgilenmediğimi söylerim, ertesi gün yine arar. Turkcell ile olan 14 yıllık ilişkimi 3 ay önce bitirdim. Derdimi anlatmak için ulaşamadığım, ulaştığımda da asla çözüm bulamadığım Müşteri Hizmetleri onlara geri dönmem için gece gündüz demeden yana yakıla beni arar; ama geçti Bor?un pazar Turkcell.

Haftanın bir başka yoğun iş günü. Telefonum çalar, arayan; 444 0 111 ? HSCB Bank. Telefondaki hanım dur durak bilmeden anlatır yeni kampanyasını. Derim ki; ?benim bankanızla hiçbir ilişkim yok, gün içerisinde de sürekli sms gönderiyorsunuz, sizin tarafınızdan aranmak ve sms almak istemiyorum, lütfen bilgilerinize kaydeder misiniz?. Müşteri Hizmetleri Yetkilisi ?böyle bir şey olamaz, listemizdesiniz ve bunu değiştiremiyoruz? der ve ben sinir krizi geçiririm telefonda.

Hafta biter, dinleneceğim, keyifli vakit geçireceğim güzel bir hafta sonu başlar.

Cumartesi gece saat 10, güzel bir hafta sonu akşamı, dostlarla keyifli bir muhabbetteyim, telefonum çalar, arayan; 0212 473 73 73 ? Digitürk. Bir hışım açarım telefonu ve ?saatin kaç olduğunun farkında mısın sen?? derim Müşteri Hizmetleri Yetkilisi olan beyefendiye, o da kendisine öğretildiği üzere sadece ?anlıyorum efendim? der, ve konuşma boyunca ben beni bu saatte taciz ettiklerini sesimin tonunu yükselterek anlatırım, o da sadece ?anlıyorum efendim? der.
Pazar sabahı saat 8.30, haftanın yorgunluğunu atıp dinlenmek istediğim bir sabah, telefonum bana her zaman ulaşmak isteyen ailem için açık, ve çalar, bilin bakalım arayan kim; 444 25 25 ? Akbank, der ki; ?krediniz hazır, gelin alın?. ?Kredi mi istedim ben?? ?yoo….!?, ?eee??
Yine pazar öğle saatleri, sabah saatlerinden itibaren çeşitli markalardan kampanyaları ile ilgili telefonuma düşen en az 10 sms?in ardından telefonum çalar, daha doğrusu bir kez çalar, arayan; 444 0 900 ? Finansbank. Gün içerisinde birkaç kez telefonumu çaldırır. Benim aramamı mı istiyor, anlamadım ki? Bankanın kontörü yok herhalde.

Yani hafta boyunca nerden baksanız en az 20 telefon ve en az 50 sms alıyorum. Gelen e-mailleri hiç söylemiyorum bile. Gerçekten bazı markalar sabah uyandırma gece de masal servisi gibi. Birçoğu ile de işim hiç olmamış; ama azmetmişler ele geçirmişler bilgilerimi. Oradan buradan kiraladıkları veya satın aldıkları databankları kullanıyorlar. Tamam anlıyorum, çağımızda kral olan müşteriye doğrudan ulaşmak oldukça önemli mevzu. Müşteri ile iletişim kurmak, onunla ilişkileri geliştirmek, ona enformasyon sağlamak amacıyla mobil cihazların kullanılmasının literatürde adının ?Mobil Pazarlama? olduğunu da bir pazarlama uzmanı olarak çok iyi biliyorum. Ama bizim markaların yaptığı bu tacizkar uygulamanın adı Müşteri İlişkileri Yönetimi değil, bildiğin kurumsal telefon sapıklığı! Adı da literatüre ?Müşteri Taciz Yönetimi? olarak girmeli mutlaka.

Mobil pazarlama yapıyorsan bunun da bir adabı, bir yöntemi var. Önce müşteri olarak benim iznimi alman gerekiyor. İzin alarak yapılan ?mobil pazarlama? tüketiciler ve müşteriler için bir değer ifade eder, aksi ise ancak antipati ve negatif algılamaya neden olur. Ama gelin görün ki markalarımız 1999 yılında pazarlama duayeni Seth Godin tarafından geliştirilen İngilizce karşılığı ?Permission Marketing? olan ?İzinli Pazarlama?dan bihaber.

İzinli pazarlama, hedef kişileri bilgilendirmek için izin almak demektir. Marka ile hedef kişiler arasında güvene dayalı bir ilişki geliştirir, insanların huzurunu kaçırmaz, onları taciz etmez, onlara saygı gösterir. İzinli pazarlama, yabancıları müşterilere, müşterileri dostlara dönüştürüp uzun süreli müşteri ilişkileri ve marka sadakati geliştirmeyi hedefleyen bir pazarlama yönetimidir. Bu kadar etkin sonuçları olan bu pazarlama yöntemini bir tek bizim ülkemizdeki markalar uygulamıyorlar, çünkü müşteriyi taciz etmeyi kendilerine hak görüyorlar. Ama markalar ve şirketler, kişilerin izni olmadan yaptıkları her aramanın, gelişigüzel gönderdikleri her sms?in, her e-mailin gönderen aleyhine olumsuz etki yarattıklarının mutlaka farkına varmalılar artık.
Çünkü taciz ettikleri her potansiyel müşteri sadık bir dost yerine, birer düşmana dönüşüyorlar. En azından ben, beni taciz eden markaların düşmanıyım, bu biline.

                                                                      ???

YOLA YENİ ÇIKANLARA… 21 Haziran 2011

Nihayet bitti okul, emeğinin, zorlukların ve uykusuz gecelerin simgesi olan kepini fırlattın seni bekleyen geleceğine?
Şu günlerde her yerde ?başarılı olmanın yolları?, ?iyi bir kariyerin püf noktaları?, ?mülakatta nasıl etki yaratılır? başlıklı ve daha buna benzer bir sürü içerik paylaşılıyor, sana nasıl başarılı olacağını anlatıyor. Mutlaka bir tanesini okumuşsundur.
Ben o yazılardan biraz daha farklı bir yazı yazacağım sana. Neden mi? Çünkü senin hayatında ?başarı? hiçbir zaman tek başına yeterli olmayacak, ?muhteşem başarılarla? dolu bir yaşam asla tatmin etmeyecek seni ve arayışa girmeye başlayacaksın. Kendine sadece ?kariyer? tasarlarsan başarılı olabilirsin belki, peki mutlu olacak mısın?
Gelecek hayatında başarılar kazanabilirsin; ancak asıl kazanman gereken kişisel bütünlüğün. Kişisel bütünlüğünü kazanmadıkça, iç barışını yakalayamadıkça ruhun huzura kavuşmayacak, hep bir şeyleri arama telaşında olacaksın!
Bunun için ?sadece kariyer değil, bir hayat tasarlamalısın kendine?.
Mutlu olacağın bir hayat?
Dolu dolu, soluk soluğa, özgürce ve tutkulu yaşayacağın bir hayat!

Nasıl mı olacak bu? Şimdi dinle beni?

Henüz yolun başındasın, yeni bir hayat, yeni bir macera başlıyor.
Hayallerin var, isteklerin var, planların var… var da var! Ama korkuların, kaygıların, tedirginliklerin de var değil mi? Bilmiyorum sanma, ben de geçtim çünkü bu yollardan. İşte yolculukta yanına alacağın ilk şey; ?cesaret?. Korkularını ne kadar yenersen o kadar özgür olursun, ne kadar özgür olursan hayatla da o kadar uyumlu olursun!

Daha sonra mı? Daha sonrası burada işte?

? Önce mutlu olmayı iste, mutlu olduktan sonra başarı gelir, gelmezse de sen zaten nasıl mutlu olacağını öğrenmişsindir, gerisi önemli değil. Ama önce başarı istersen unutma ki her zaman başarı yanında yol arkadaşı olarak mutluluğu getirmeyebilir. Sonra da arar durursun içindeki sıkıntının sebebini.
? Sürekli arayış derin bir mutsuzluğa yol açar, ara tabii ama sürekli arama. Bulduklarınla da yetin.
? Başkalarının şekline, başkalarının kalıbına girme, mutsuz olursun. Girmeni isteyenlerini de uzaklaştır, onların senin hayatında olmasına gerek yok!
? Egonun esiri olma, ego canavarı olursan hiç kimse seni sevmez; ama önce sen kendini sevmezsin.
? Hırslı olma, azimli ol. Çünkü hırs aslında sahibine zarar verir. Hırs geriletir; ama azim geliştirir.
? Hayatla mücadele etme, onunla dans et. Dans ederken de hangi şarkının çalacağına sen karar ver.
? Dans ederken de partnerin olan hayata ?tutkuyla sarıl?. Ondan kolay vazgeçme, bak demedi deme, hayat hep kolay vazgeçenlerden alıp hiç vazgeçmeyenlere verir.
? Bağışla? Bağışladıkça özgür olursun. Acıları, aldatmaları, nefreti, zulmü, yıkılan hayallerini, öfkeyi, şiddeti, geçmişi, geçmişindeki seni ve geçmişindeki diğerlerini bağışla.
? Beklenti içerisinde olma. Ne kadar çok beklersen o kadar çok mutsuz olursun. Kayığını bir başkasının çekmesine gerek yok ki canım, sen, kendin kürek çekebilirsin pekâlâ.
? Değerli vaktini dedikodular, olumsuz düşünceler, kontrol altına alamayacağın ?nedenleri? sorgulamak ile harcama.
? Her gün müzik dinle, çok iyi geliyor.
? Dostlarını ve aileni asla unutma, onları sev ve say. Bu sana hayatta çok büyük güç verir.
? Her yıl bir önceki yıldan daha fazla kitap oku. Bilgi, özsaygı demek, bilgi saygınlık demektir. Ne kadar çok bilirsen saygınlığın o kadar artar.
? Daha çok fıkra öğren, kahkaha at ve attır. Kahkaha hayattır, aşktır, ışıktır.
? Sana benzemeyeni de kabul et. Bunu yapabilirsen, birçok şeyi yapabilirsin aslında.
? Günde en az bir defa başını kaldır ve gökyüzüne bak. Orada çok şey göreceksin, eminim.
? Tek düzeliğin, rengi olmayan kopya yaşamların içine hapsetme kendini.

Ve Sevgili Yolcu, en önemlisi ne biliyor musun?
?Hiçbir zaman tükenme, tüketme ve tükettirme?.

                                                                      ???

BİR VİRALİN ARDINDAN – 25 Mayıs 2011

Konuyla ilgili yazı yazmak kaç zamandır aklımda. Üzerinden zaman geçti; ama yine de yazmak istedim.
Nisan ayının sonlarına doğru bir video düştü sosyal medyaya.
Kamera karşısına genç bir adam geçiyor ve başlıyor sevgilisine hitaben konuşmaya. Genç adam, sevgilisinin sandığı gibi dil okulunda olmadığını itiraf edip onun yerine dünyanın dört bir yanını dolaştığını anlatırken cümlesini, gezdiği ülkelerden farklı kişilerin birer kelimeyle katılmasıyla tamamlıyor, sonunda da ?hepsini senin için yaptım? diyerek asıl bombayı patlatıyor; ?evlenme teklifi??

İzlemişsinizdir mutlaka bu videoyu. İzlemediyseniz de ?inanılmaz evlenme teklifi? başlığı ile aratıp izleyebilirsiniz. Mutlaka izlemişsinizdir diyorum çünkü video, sosyal medyada özellikle de romantizm açlığından bitap düşmüş kadınlar tarafından ?ayy inanılmaz romantik?, ?var mı böyle adamlar?, ?örnek alın bee örnek!? yorumlarıyla günlerce dolaştı durdu. Benim sevgilim böyle bir şey yapmış olsa ?bensiz nasıl gezersin? deyip o videoyu başında paralarım ama bu romantiklikten etkilenen kızlar yaydı videoyu tabii.

Fakat gel gör ki gerçekler ne yazık ki acı! Bizim kızlar yine hayal kırıklığına uğradı. Çünkü bu video, öyle düşündükleri gibi romantik bir adamın sevgilisi için her şeyi yapabileceğini gösteren bir video değil, bir markanın pazarlama stratejisi doğrultusunda izleyenler ile arasında duygusal bir bağ kurmak amacıyla kurgulanmış bir video.
Türk HavaYolları?nın ?viral videosu?.
Tabii bu gerçek açığa çıkınca olan bizim kızlara oldu. Bu romantik erkeği örnek alması için sevgililerine gösteren bizim kızlar, sevgililerinin ?sazan? yorumlarına maruz kaldı. Ama ne yapalım, söz konusu bir marka ve markalar dünyasında da bazen her şey mubah sayılıp kurbanlar olabiliyor. Olsun kızlar, üzülmeyin, belki bir yerlerde vardır böyle adamlar.

Biliyorsunuz viral videolar, ?Ağızdan Ağıza Pazarlama? (WOMM)?nın yeni alt dallarından biri olarak bir süreden beri hayatımızın içinde. Hatta, Youtube ve diğer video paylaşım sitelerinde ya da Facebook gibi sosyal medya ortamlarında binlerce, kimi zaman milyonlarca kez görüntülenen ?viral video?lar artık markaların önemli bir pazarlama taktiği haline geldi. Bu taktik bir 2-3 yıl daha gider. Sonrasında illa ki başka bir moda çıkar.
Viralin kelime anlamı itibariyle virütik, virüs gibi yayılan demek. Viral videolar da markaların yaydığı virüsler aslında. Ve biz hepimiz de markaların yaydığı bu virüslerin potansiyel taşıyıcılarıyız. Ama şu bir gerçek ki her şey gibi bu da iyi kurgulandığında markaların iletişim çabalarına ve iş hedeflerine katma değeri fazlasıyla oluyor.

Şimdi gelelim bu THY?nin viral videosunu değerlendirmeye?
Viral videolar ile ilgili olarak dünyada inanılmaz başarılı ve yaratıcı örnekler var, ama bizim ülkemizde viral denince ilk akla gelen örnek hiç kuşkusuz Gittigidiyor.com için hazırlanan ?Eski Sevgilinin İntikamı? adlı video. Sonrasında başka uygulamalar daha oldu; ama ben hala viral video anlamında ilk göz ağrımız olan eski sevgili Fulya?nın intikam videosunu tek geçerim. Zaten istatistikler de bu videonun Türkiye?nin en başarılı viral videosu olduğunu ve dünyadaki en başarılı uygulamalar arasına girdiğini gösteriyor. Milyonlarca kişi izledi, konvansiyel tüm mecralarda işlendi, ana haber bültenlerinde en az 10 dakikalık haber oldu ve her şeyden önemlisi Gittigidiyor.com?un kayıtlı kullanıcı sayısını %97 arttırdı.

Viral kampanyaların başarısında en önemli unsurlardan bir tanesi kullanılan fikrin orjinalliği, diğer bir unsur da fikrin işlenmesinin doğallığı ve inandırıcılığı. Bu iki unsuru göz önünde bulundurduğumda Fulya?nın videosunun neden başarılı olduğunu görebiliyorum. Fikir son derece orijinal, inanılmaz güzel bir kurgu ve muhteşem doğal bir oyunculuk. Yapay duran hiçbir şey yok. Ama üzgünüm ki aynı başarının THY?nin viralinde de olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir kere bana göre fikir ve hikaye hiç orijinal değil. Yani genç adamın evlilik teklifini, diyar diyar dolaşıp farklı kültürdeki insanlara kelime kelime söyletmesi pek yaratıcı değil. Hatta farklı müzisyenleri internet sayesinde bir araya getiren ?Doğa İçin Çal Projesi?nden fazlasıyla esinlendiklerini söyleyebilirim. Fulya?nın videosundaki kadar doğal bir kurgu ve doğal bir oyunculuk hiç yok, profesyonel ellerden çıktığı o kadar bariz ki? Üstelik videoda inandırıcılığı az olan mesajlar da var; ?millerle bedava uçmak? gibi. Oysa millerle uçmak dünyanın en zor işi, hayır bu kadar kolay da ben mi bilmiyorum acaba?

Virallerde marka görsel olarak gözümüze sokulmadığında, cümleler arasına sözel olarak yerleştirildiğinde daha etkili oluyor aslında. İnanılmaz evlilik teklifi videosunda markanın logosunu her yerde gördük. Hem videoda romantik adamın elinde tuttuğu THY kartı ile hem de sevgilisi için hazırladığı blogta. Blogunda gezdiği yerlerden fotoğrafları ve mesajlarını paylaşmış; ama her 4-5 fotoğrafta bir THY ile ilgili bir görsel görmek mümkün. Uçuş kartları, biletler, Shop&Miles ekstreleri gibi gibi?
Aslında haksız da sayılmam.
Başarılı olmuş olsaydı mutlaka daha fazla ses getirirdi. Ama en başta da belirttiğim gibi ?bizim kızlar? arasında dolaştı, onlar da hayal kırıklığına uğrayınca videodan söz edilmez oldu.
Kim bilir belki marka bu videoyu daha yaratıcı ve daha olağan bir kurgu ile devam ettirir.
Bakalım, göreceğiz.

                                                                      ???

BEN GENÇLERE İNANIYORUM – 19 Nisan 2011

?Bu gençlerden hiçbir şey olmaz?
?Yeni nesil boş arkadaş!?
?Bu gençler mi bizim geleceğimiz??
?Bu gençlere mi güveneceğiz?

Sadece kelime israfından ibaret gereksiz cümleler ve onları sarf eden gereksiz insanlar?
Safi kelime israfı bana göre.
Bu cümleleri kuranlara ?Sen neler yaptın, bi anlat bakalım da gençlere örnek olsun? dediğinizde karşılık verememeleri onların ne kadar gereksiz olduklarının fazlasıyla kanıtı bana göre. Boş konuşma, başka da bir şey yok!
Neyi görmek istiyorsan onu görüyorsun aslında.
Ben gençlere inanıyorum ve çok da güveniyorum.
Etrafımda da bununla ilintili çok güzel örnekler görüyorum. Hem kendi öğrencilerimden hem de çalışmalarını yakından izleyip keyifle sohbet ettiğim genç arkadaşlarımdan.

Bir süreden beri ?Gençlik Platformu? adındaki oluşumu yakından izliyorum. Türkiye?nin en büyük gençlik kulübü. Geçen gün de oluşumun lideri Sevgili İsmail Hilmi Adıgüzel ile bir yemekte bir araya geldik. Çok düzgün, özsaygısı son derece gelişmiş, iletişim becerileri çok güçlü genç bir meslektaşım İsmail Hilmi. O heyecanla Gençlik Platformu?nu anlattı ben de heyecan ve gururla dinledim. Büyük yolculuklar küçük bir adımla başlar misali Ekim 2010?da yola çıkmışlar, üreten-keşfeden-geliştiren-paylaşan gençleri bir araya getirmeyi hedeflemişler. 6 ay gibi kısa bir sürede tam 58 üniversitede temsilcilik oluşturmuşlar. Yani Türkiye?nin her 3 üniversitesinin bir tanesinde Gençlik Platformu?nun temsilcisi var. Giderek de çoğalıyorlar, birleşiyorlar, konuşuyorlar, tartışıyorlar, proje üretiyorlar.

İlk projelerini Kızılay ile yaptılar. ?Kan bağışı projesi?? Üniversiteli gençlerin kan bağışı yapmalarını sağladılar ve bu projede rekor kırdılar. Kızılay?ın topladığından kat be kat kan topladı bu yürekli gençler. İsmail Hilmi, başarılı bir pazarlama iletişimi uzmanı olduğu için medya yansımaları da iyi.

Sadece konuşup laf üretmek ve eleştirmek yerine harekete geçen bu gençlerin arkasında öyle muhteşem güçler yok. Güçleri kendi içlerinde; güzel yüreklerinde ve zehir gibi akıllarında…
Bu gençlerin kendilerine dayatılan senaryolara karşı çıkarak kendi senaryolarını yazacaklarını biliyorum.
Hiçbir yere yaslanmadan özgür ruhlarından ve özgür düşüncelerinden ödün vermeyeceklerini de biliyorum.
Bu gençler kendi hayatlarının kaptanları ve ben bu ülkenin kaptanları olmasını da derinden arzuluyorum.

Evet, bu ülkenin gençlere ve gençlerin bir şeyler yapmasına çok ihtiyacı var. Ama gençlerin de ülkenin inancına, desteğine ihtiyacı var.
Ben inanıyorum, güveniyorum ve onlarla el ele tutuşuyorum.

                                                                      ???

BU İŞYERİNDE FACEBOOK YASAKTIR! – 12 Nisan 2011

Geçmiş zamanlarda ben;
Uyanırdım, ofisime giderdim, gazetelere göz atardım, e-mailime bakardım, günümü planlardım vs..vs..vs. Gün içerisinde de aklıma gelirse de facebook ve twitter hesaplarıma girer, fazla zaman geçirmeden şöyle bir göz ucuyla bakardım.

Şimdilerde ise ben;
Uyanıyorum, ofisime gidiyorum, sosyal medya sayfalarıma bakıyorum, gazetelerin manşetlerini okuyorum, e-maillerime bakıyorum vs?vs?vs.
Günlük ritüelimde facebook ilk sırada yer alıyor yani. Gün boyunca da bilgisayar başında olduğum her anımda facebook hesabım aşağıda bir yerlerde mutlaka açık oluyor ve çok sıklıkla da ne olup bittiğine bakıyorum.
Sanırım gelecek zamandaki ritüelimde de muhtemelen ofise gitmeden önce facebook?a gireceğim.

Eee, iletişimciyiz! Dünya nerede dönüyorsa biz de oradayız haliyle.
Dünya da bir süreden beri ?sosyal medya?da dönüyor.
Vakt-i zamanında televizyon için ?en geç altı ay içerisinde piyasadan silinir, insanlar her akşam böyle bir kutuya bağlanmak istemezler? demişlerdi. Aynı şey sosyal medya için de oldu. Sosyal medyanın kendisini göstermeye başlamasıyla birlikte gelenekselciler hep bir ağızdan ?bu bir modadır, ge-çe-cek!? türküsünü tutturdular. Ama gel gör ki sosyal medyanın bir moda ya da az sayıda kişinin katıldığı marjinal bir hareket olmadığı anlaşıldı. Tıpkı televizyon gibi sosyal medya da daha uzun yıllar hayatımızı etkileyecek.
Zira artık insanlar son 5 yılda konvansiyonel mecralardan yani tv, gazete, radyo gibi iletişim araçlarından mobil ve internet kullanımına yöneldi. Yani kitle iletişim mecralarında yapılan reklamlara ve iletişim mesajlarına kayıtsız kalıyor artık. Şirketler de geleneksel mecralara reklam verse bile hedef bireyleri için daha doğrudan iletişim kurmak için reklamında mutlaka facebook sayfasının adresini paylaşıyor.
Hal böyle yani!

Hal böyle, böyle olmasına da bir de araştırmalara bakalım dedik. Ne görsek beğenirsiniz? Şirketlerin %51?i sosyal medya kullanımının çalışanların üretkenliğine zarar verdiğini, yöneticilerin %80?i de sosyal medyayı çalışma saatlerinde engel olarak gördüklerini söylüyor. Pek çok kurumsal firmanın çalışanları mesai saatleri içerisinde sosyal medya networklerini kullanamıyor. Facebook, şirketlerin yasaklılar listesinde başı çekiyor. Şirketlerin, özellikle de patronların facebook fobisi, çalışanların gün içerisinde erişimine yasak getiriyor. Ama tabii çalışanlar arasında patrondan torpilli izinli olanlar illa ki var.

Yasağın gerekçesi; verimliliği engellemesi?
Peki şimdi soruyorum; yasaklar verimlilik için çare mi? Çare olsaydı şayet bizim ülke olarak şimdiye kadar uçmamız lazımdı. Yasaklar verimliliği artırıyor ya (!). Bizde de yasaktan bol ne var?
Yine soruyorum; facebook yokken insanlar arı gibi mi çalışıyordu?

Kendini bilen, her dakika çalışır. ?Benim DNA?mda çalışmak yok? diyen Recep İvedikler?e de ne yaparsan yap çalışmaz.
Günde yüz kere tuvalete girer. Dakikalarca kalır, yine çalışmaz.
En az otuz kere çay almak için çay ocağına veya mutfağa gider. Dakikalarca kalır,yine çalışmaz.
Sigara molalarına çıkar, yine çalışmaz.
Gereksiz toplantılar yapar, lak lak eder, yine çalışmaz.
Cep telefonundan facebook?a girer, yine çalışmaz.
Vınn?ıyla twitter?a girer, yine çalışmaz.
Velhasıl çalışmaz da çalışmaz.
O zaman facebook?a yasak koyuyorsan, yukarıda sıraladıklarıma da yasak koyacaksın. Sınırlı sayıda tuvalete gidecek, sınırlı sürede orada kalacak, sınırlı sayıda çay içecek, sınırlı sayıda cep telefonunu kullanacak?

Ama benim demek istediğim aslında şu; yasak koyuyorsan sende bir problem var demektir. Sen iyi bir patron, iyi bir yönetici, iyi bir lider değilsin demektir. Yönlendiremiyor, yönetemiyorsun demektir.
Böyle yasaklarla uğraşıp insanları bıktıracağına, soğutacağına, tahrik edeceğine ?hedef odaklı çalışma modeli?ni kullan. Hedef/sonuç odaklı işleyen bir sistemde her çalışan sonuca istediği şekilde gider. Hedefi verirsin, o hedefi ister bir saatte sonuçlandırır sonra sosyal medyada fink atar, isterse de aheste aheste yapar. O onun bileceği iş? Sen sonuca bakarsın. İşin sonucundan hesap sorarsın.
Bu modelde başarı ve performansı sonuçta çıkarılan değer belirler, değere ulaşma yöntemleri seni ilgilendirmez.

O yüzden sen sen ol, şirketinde yasaklı yönetim tarzını belirleme.
O yasak illa ki delinir. Ama illa ki?

                                                                      ???

İNTERNET ÇOCUKLARININ DEVRİMİ; E-DEVRİM – 10 Mart 2011

Arap dünyasında yaşanan olaylar ve isyanlar aylardır gündemimizde.
Önce Tunus?ta başlayan, sonra Mısır?da ve adeta bir domino etkisiyle Bahreyn, Yemen ve Libya?da kendini gösteren sivil itaatsizlik Arap dünyasında otoriter rejimlerin çatırdamasına neden oldu. Gençlerin başı çektiği bu hareketler kimine göre baskıcı liderlere, artık içi çürümüş rejimlere karşı bir başkaldırı, kimine göre ise hakim güç tarafından büyük proje hedeflerine ulaşmak için tasarlanmış emperyalist bir oyun.

Üzerlerine yapışan ?gerici Arap? imajından sıkılan ve atalet duygusundan kurtulup harekete geçen bu isyancı gençlerin özledikleri ortama kavuşup kavuşamayacakları tartışılır belki; ama hareketlerinde başarılı oldukları muhakkak bir gerçek. Gençlerin bu başarısındaki silahları tabii ki internet ve sosyal medya.

İsyan hareketinin heyecanını büyütmek ve saman alevi gibi hızla geniş bir coğrafyada yayılıp güçlenmesini sağlamak için Arap gençler, Facebook, Twitter, Youtube ve bu amaca yönelik blogları kullandılar. Böylelikle rejim karşıtı olan görüşlerini internette özgürce ifade ettiler, sosyal medyada aynı kafada olan binlerce insan tanıştı, off-line yapamadıkları tartışmaları on-line yaptılar ve harekete geçtiler. Yani sokaklarda gördüğümüz o protestoların hepsi internette organize edildi.

Bunun en güzel kanıtı da şüphesiz rakamlar. Rakamlara baktığımızda Mısır?da internet kullanımı son 10 yılda, özellikle de son 6 ayda patlamış. 2000?li yılların başında internet kullanıcılarının sayısı yarım milyon değilken rakam aniden 17 milyonu aşmış. Yine Tunus?un bir süre öncesine kadar 100 bin olan internet nüfusu kısa bir zaman diliminde 3,5 milyona ulaşmış. Mısır?da 5 milyon 199 bin 780 kişi Facebook kullanıcısıymış. Ocak ayında, yani sadece bir ayda 1 milyon yeni üye katılmış Facebook?a. Sosyal paylaşım sitelerinde kurulan muhalif grupların sayısı her geçen gün büyük bir hızla artmış.
Ve sonuç sokaklar olmuş!
Sosyal medyanın etkin rolü isyanı Arap ülkelerinden Balkanlar?a bile sıçrattı. En son olarak Bosna Hersek?te bir süre önce Facebook?ta kurulan ?Herkes Sokağa? isimli muhalif grubun sayısı 9 bin kişiye ulaştı.

Tank, top, tüfek gibi her türlü silahla sahip olup gücü elinde bulunduran onlarca yıllık iktidarlar gençlerin bu yeni teknolojik silahı karşısında çaresiz kaldı ve çareyi bu silahı yok etmekte aradılar. İsyanın olduğu ülkelerde internet bağlantısı kesildi. Öyle ki diken üstünde oturan ve gölgesinden bile korkar hale gelen Suriye iktidarı, Facebook ve Youtube?a erişimi engelledi. Ama her biri bir bilişim uzmanı niteliğinde olan internet çocuklarını durduramıyorlar. Onlar bir şekilde çözümü bulup başka siteler üzerinden iletişimi sürdürüyorlar.

Bizim iktidarımız da bir şeylerden mi korktu bilinmez ama internet sansürleri ile yavaş yavaş adımlar atmaya başladı sanırım. Bakalım, önümüzdeki dönemlerde hangi sitelere erişim engeli konacak, göreceğiz.

Hamiş: Ha bu arada, o pazarlaması, bu pazarlaması diye her gün yeni bir uzmanlık alanı yaratan pazarlama, çok yakın zamanda ?devrim pazarlaması? kavramını da literatüre yerleştirir. Demedi demeyin!

                                                                      ???

EGO İLE PEYNİR GEMİSİ YÜRÜMÜYOR ARTIK – 18 Ocak 2011

Bu yazım; yıllarca ego şişkinliği ile yaratıcılığı karıştıran, yaratıcılığı ?kendini üstün görme-başkalarını küçümseme? olarak algılayan, tuhaf davranışları ve üzerlerinde eğreti duran yapıştırma hayat tarzları ile farklı olduklarını göstermeye çalışan, farklı olmak adına toplantılarda masaların üzerine çıkan-sandalye tepelerinde konuşan, her konuda ?sadece ben bilirim? edası ile burnu havalarda dolaşan, her cümlesinde karşısındaki aşağılama ifadesini mutlaka bulunduran, yıllarca böyle para kazanan; ama günümüzde muhteşem bir düşüş yaşayan, artık bir değer ifade etmeyen, var olma telaşına düşen, gelecek kaygısı ile kendilerini buldukları kurumlara yamayan, ego yeniği reklamcılara ithaf olunur.

Yıllar yıllar önce, birileri ? ki kim olduklarını bilmiyorum ? bir rivayette bulundu; ?Reklamcılar yaratıcı insanlardır ve yaratıcı insanlar da tuhaf olurlar?. Bu rivayet reklamcılık sektöründe ?tuhaf davran ki seni yaratıcı sansınlar? şeklinde uzun yıllar boyunca bir trend olarak yer aldı. Tuhaf davranmak, farklı olmaya daha doğrusu farklı görünmeye çalışmak, sıra dışı davranışlar sergileme uğrunda uğraş vermek adeta bir moda haline geldi reklamcılar arasında. İşinde farklı olup olmaman önemli değil, sen kendin farklı ol ki müşteri senin muhteşem bir yaratıcı dehaya sahip olduğunu düşünsün, bu da para olarak sana dönsün. Uzun yıllar boyunca bu moda akımı böyle devam etti. Reklamcılar, bu akım sayesinde farklı görünerek elde ettikleri özgüveni, özsaygıya dönüştüremediler ne yazık ki ve bir süre sonra bu özgüven ego şişkinliği yaratmaya başladı. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Ego şişkinliği ile kendilerine yenik düşen reklamcılar hakikaten de bu sektörde ?tuhaf insan modellerinin? belirmesine neden oldu. Bu modelde ki tanımlama ise şuydu; ?reklamcı dediğin, her şeyi herkesten daha iyi bilir, kendisi üstün insandır?. Hatta bu modele göre muhtemelen dünyayı o yaratmıştır. Bu yeni modeller, saygısızlığı yaratıcılık olarak gördüler, toplantılarda gevrek gevrek sakız çiğnemeye başladılar, kimseyi dinlemiyorlarmış gibi yaptılar, telefonlarıyla uğraştılar, sıkıldıkları için toplantının yarısında çekip gittiler, sunumlarında oradan oraya zıpladılar, görüşleri-soruları alaycı bir tavır ile yanıtladılar, karşıt ve aslında daha üstün olan her görüşü acımasızca eleştirdiler, kendilerinden sonraki gençleri ?böyle böyle öğrenecekler diyerek? yerden yere vurdular, aşağıladılar, ?sen benim gibi asla olamazsın, yeteneksizsin, senden bir cacık olmaz?, dediler. Gerçekten de inanılmaz yaratıcı projeler çıkartan gençleri kendi ego kaygılarından ötürü ?sen cin olmadan adam çarpıyorsun? deyimleri ile geri püskürttüler. Çünkü gençleri bile kıskandılar. Kendilerinden sonra devam eden daha üstün bir yaratıcılık olmamalıydı onlar için. Oysaki gençler onlardan çok şey öğreneceklerini düşünüyorlardı. Ve daha bir sürü şey yaptılar da sığmaz şimdi buraya yazmaya.

Şimdilerde ise bu modellerin tamamının çaptan düştüklerini görüyorum. Hızla değer kaybettiler. Markalar, şirketler ve kişiler, kendini ulaşılamaz birer yıldız olarak üstün gören, reklamcılardan ziyade dinleyen, anlayan, paylaşıma izin veren, yıkıcı değil yapıcı olan, küçümsemeyen, eşit gören, kandırmayan, farklı olmaya çalışmayan, olduğu gibi yaşayan, herkese ve her fikre değer veren, kendinden sonra gelenlere zevkle-şevkle-heyecanla yol açan yeni model yaratıcılar ile çalışıyorlar.

Neden mi? Eski model reklamcıların anlaması pek mümkün olmayacak ama onların anlayacağı dilden söyleyeyim. Çünkü günümüzde moda; ?alçak gönüllü olmak?.
Dilerim ki alçakgönüllülük de en az ?ego şişkinliği? trendi kadar geniş yer bulur sektörde. Zira ego ile peynir gemisi yürümüyor artık!

                                                                      ???

HEDEF KİTLE ÖLDÜ, YAŞASIN HEDEF BİREY! – 12 Kasım 2010

Yıl; 1995.
İletişim Fakültesi?ne adım atmışım.
Adım atar atmaz da ilk öğrendiğim şey; ?hedef kitle? oldu. Mesleğimizde hayati önem taşıyormuş. Hedef olarak mutlaka bir kitle belirlemeli ve o kitleyi iyi tanımalıymışız. Bunu hatmettik 4 yıl boyunca? Hedef kitle ile yattık, hedef kitle ile kalktık. Çünkü o zaman ?kitleye satmak? vardı, ?kitlesel pazarlama? vardı?

Yıl;2010.
Bugüne geliyorum.
Aradan 15 yıl geçmiş, köprünün altından değil sular, çağlayanlar geçmiş.
Pazarlama ve iletişim çoktan boyut değiştirmiş.
Literatüre yüzlerce yeni kavram girmiş.
Mecralar çoktan şekil değiştirmiş.
Daha bir sürü şey olmuş meslekte.
Amaaa bir bakıyorum fakülte öğrencileri hala ?hedef kitleyi? öğreniyorlar. Bizim 15 yıl önce hatmettiğimiz hedef kitleyi hatmetme sırası şimdinin öğrencilerinde.
Hala her derste ?hedef kitle? türküsü söyleniyor.
Halbuki; hedef kitle çoktan öldü. Anlıyorum, hocalarımız öyle çok sevdiler ki hedef kitleyi, ölümünü bir türlü kabul edemiyorlar. Ama bu gerçeği öğrencilere söylememiz lazım, bilmek onların da hakkı. Yarın mezun olduklarında hedef kitlenin öldüğünü öğrenecekler zaten. İşte o zaman iş işten çoktan geçmiş olacak. İyisi mi şimdiden onlara söylemeli! Bu görevi şimdi ben üstlenmek istiyorum.

Değerli Öğrenciler,
Biliyorum size acı gelecek. Ama şu anda yaşayacağınız duygusal çöküntü üniversite kapısından dışarı çıktığınızda hedef kitle diye arayıp bulamadığınızda yaşayacağınız duygusal çöküntüden daha az, inanın bana! Lafı evirip çevirmeden söyleyeyim. Hedef kitle öldü! Onu pazarlama anılarımızda yaşatacağız. Tüketiciyi herkes gibi görmek, ona kitle gibi davranmak anılarımızdaki yerini aldı, bilesiniz. Hedef kitleden Pazar segmentasyonlarına, segmentasyonlardan mikro pazarlara geçtik. Ama artık bugün, mikro pazarlar ile çalışmak bile başarıyı getirmiyor. Yani mikro pazardan ?bireye? geçtik.
Kitle, bireye dönüştü yeğen!

Şimdilerin post-modern toplumunda bireyler birey olma güdüsü ile ve bilinciyle farklı davranışlar sergiliyor. Hiçbir birey kendisine toplu olarak seslenilmesinden, sürü olarak değerlendirilmelerinden hoşlanmıyor.
?Eyy tüketici kitlesi demeyeceksin, ey sen? diyeceksin artık yeğen!
Her şeyin kendisine özel olmasını istiyor tüketici.
O yüzdendir ki kitlesel mecralarda yapılan reklamlara ve iletişim mesajlarına kayıtsız kalıyor bugünlerde.
?Bana butik tanıtım yap? diyor.
?Herkese söylediğini bana söyleme? diyor.
Tıpkı fabrikasyon üretim gibi fabrikadan çıkmış tanıtımlara da ?hayır? diyor.

Uzun yıllar ?hedef kitle? yaklaşımı ile ayakta kalan işletmeler de bugün ya değişiyor ya da yok oluyor.
O yüzden siz de değişmeli, hedef kitlenin öldüğünü kabul etmelisiniz.
Aksi takdirde üzgünüm; ama mezuniyetinizin ardından hedef kitle türküsünü söyleyeceğiniz bir işletme bulamayacaksınız.

Dip not: Değişen dünyada üniversitelerimizin yaşayan bir mekanizma olmaması ne kadar vahim bir durum.

                                                                     ???

TÜRK SİYASETİ’NDE ÜSLUP SORUNU – 8 Eylül 2010

Referanduma sayılı günlerin kaldığı şu zamanda, birkaç günden beri televizyonların haber bültenlerini izlemiyorum artık. Özellikle izlememe kararı aldım. Neden mi? Bitiş çizgisine yaklaşan yarışçıların hırçınlık ve saldırganlığının belki on katını sergileyen siyasi liderlerin miting meydanlarında, gözleri yuvalarından fırlarcasına, damarları yırtılırcasına, boğazları patlarcasına bağırmalarını kaldıramıyorum çünkü. Bu nasıl bir saldırganlık, bu nasıl bir şiddet duygusudur anlamak zor doğrusu.

Hatırlıyorum da? Benim çocukluğumda, seçim dönemlerinde siyasi partilerin liderleri, televizyon ekranlarında düzenlenen açık oturum programlarında bir araya gelirler, milyonlarca seçmenin önünde, ellerindeki bilgiler ve belgeler ile karşı karşıya kozlarını paylaşırlardı. Hatırlar mısınız? Demirel ile Özal atışır, Erdal İnönü sakince dinler ve yine sakince karşılık verir, Erbakan her zaman mülayim yüz ifadesi takınır, Türkeş düz bir ses tonu ile konuşurdu. Sonraki dönemlerde de benzer örneklerini gördük. Çiller ve Mesut Yılmaz, Demirel ve Özal?ın atışma geleneğini sürdürdü, Ecevit hiçbir zaman ses tonunu yükseltmedi.

Hatta nüktedan bir hava hakim olurdu bu açık oturumlarda. Kimsenin gözleri yuvalarından fırlamaz, ağzından salyalar akarak konuşmazdı. Hatırlasanıza Demirel ve Özal?ın birbirleriyle konuşmalarını. Alaycı ifadeler, bakışlar, biri konuşurken diğerinin gülümsemeleri olurdu. Sabırsızlıkla beklerdik bu açık oturumları. Ben bile o çocuk halimle ekranın karşısına geçer, keyifle izlerdim bu atışmaları. Çocuklar da izleyebilirdi yani. Çünkü hakaret yoktu, küfür yoktu.

Ama ülkemizde ne yazık ki birçok şeyde olduğu gibi siyaset de ileri gideceğine aksi yönde seyrediyor. Geçmişte siyasette hakim olan ?eleştirel kültür? den eser yok şimdi. Şu anda siyasette hakim olan kültür ?çatışmacı kültür?. Tahammül etmeme kültürü, hakaret etme, küfretme kültürü, saldırma kültürü. Yıllar var ki, siyasi liderler bu tarz açık oturumlarda bir araya gelmiyorlar. Mümkün mü onları televizyon ekranlarında karşı karşıya görmek? Birbirlerini sabırla dinlemeleri mümkün mü? Adamların aynı havayı solumaya bile tahammülleri yokken bir araya gelmeleri tabii ki mümkün değil. Televizyon kanalları da korkuyor zaten onları bir araya getirmekten. Maazallah, küfürler havada uçuşur da RTÜK kanalı kapatır.

Geçmiş dönemlerdeki siyasilerin hiçbirinin ağzından ?Cibilliyetsiz?, ?Namert?, ?Şerefsiz?, ?Soysuz?, ?Ulan? tarzı ifadeleri duyduğumu hatırlamıyorum. Düpedüz küfür, düpedüz hakaret değil de ne peki bunlar?

İşte toplumun önündeki siyasi liderlerin ağza alınmayacak ifadeler ile toplumda yarattığı kültür bu. ?Çatışmacı Kültür?. Kimse kimseyi eleştiremez. Eleştirirsen küfrü yersin. Yani; benim söylediğimin aksini söylersen, benim söylediğimin yanlış olduğunu belirtirsen ?şerefsizsin, cibilliyetsizsin vs..vs..vs..?
Toplum da bir güzel benimsedi bu küfür kültürünü. Sosyal medyada bulunan siyasal platformlarda karşıt görüşlerdeki insanların birbirleriyle yazışmalarına tanık oluyorum bir zamandır. Aman Tanrım! Nasıl çirkin, nasıl ağza alınmayacak, nasıl belden aşağı küfürler? Hani imam yanlış yapsa tüm cemaat yanlış yapar misali.
Bu mudur siyaset?
Bu mudur iletişim?
Çok çirkinleşti çok!
Hep diyorum, son birkaç yıldır siyasete yeni bir tarz geldi diye.
Ama bu tarz ?delikanlılık?, ?kabadayılık? , ?mangal yüreklilik? falan filan değil.
Bu düpedüz ?terbiyesizlik?!

                                                                      ???

ÇOCUKLAR GÜLSÜN DİYE VE GÜLBEN ERGEN – 7 Nisan 2010

Birkaç yıl önce gündemimize ?Sosyal Sorumluluk? adında bir kavram girdi ve bu kavram ?Kurumsal Sosyal Sorumluluk? başlığı altında yalnızca şirketleri işaret etmeye başladı. Şirketler de bu moda kavram ile birlikte birbiri ardına sosyal sorumluluk projeleri üretti. Kimisi gerçekten nitelikli projelerdi, kimisi ise sadece kurumsal imaj kaygısı taşıyan, içselleşmemiş ve ne yazık ki sürdürülebilir olmayan projelerdi.

Oysaki ?Sosyal Sorumluluk? kavramı sadece şirketlere bağlanamayacak kadar önemli bir kavram. Sosyal sorumluluk, toplumun her kurumuna, kurumdan da öte her bireyine aşılanmalı muhakkak. Eğer sosyal sorumluluk kavramı bireyler arasında yaygınlaşırsa, tüm bireyler, içinde yaşadıkları toplumun yaşam kalitesini iyileştirmek için ve bütün toplumla sürdürülebilir bir dünya için ekonomik, çevresel, kültürel ve sosyal gelişmeye destek verme bilincine sahip olur.

Geçen aylarda mesaj kutuma Gülben Ergen tarafından samimiyetle yazılmış bir mesaj düştü. Mesajında, kendisinin liderliğinde, profesyonel iş dünyasından 2 arkadaşı ile birlikte, köylerde-ilçelerde, ihtiyacı olan her yerde ana sınıfları yaparak okul öncesi eğitime destek olmak amacıyla başlattığı ?Çocuklar Gülsün Diye? projesini anlatıyordu. Hemen destek oldum. O zamandan beri proje yakın markajımda. Şimdilerde medyada sıklıkla görüyoruz projeyi. Gülben Ergen, işin kolayına kaçmadan, mücadele ederek, dokunarak, hissederek, yıldıran tüm resmi prosedürlere karşı güçlü durarak vazgeçmeden, ince ince dokudu bu süreci.

Şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki bu projenin reklam kokan hiçbir art niyeti yok. Gülben Ergen, bireysel sosyal sorumluluk bilincine fazlasıyla sahip olan bir ünlü bence. Neden mi? Bu projeyi ondan dinlerken, bunu kendi kariyeri için, şirinlik veya imaj olsun diye değil, bu ülkenin karanlıkta kalan yavrularının dünyalarını aydınlatmak için çaba sarf ettiğini anlıyorsunuz.

Dedim ya kolayına kaçmıyor diye. Kolayına kaçsaydı veya sadece imaj olsun diye yapsaydı böylesine zorlu bir sürece hiç ama hiç girmez, herhangi bir yerde bir konser düzenleyip geliri ile bir anaokulu yapabilirdi. Ama o, bu toplumu için bir-iki kereye mahsus olan bir şey değil, sürdürülebilir-devamı olan nitelikte bir şeyler yapıyor. Aslında öyle önemli bir şey yapıyor ki! Bu ülke için toplumu harekete geçmeye çağırıyor. Ve takip ediyorum, hiç bıkmadan, yorulmadan o üniversite senin bu üniversite benim dolaşıp gençlere bu projeyi anlatıyor. Bu çok önemli! ?Toplum hizmeti? kavramını genç beyinlere işliyor ve bireysel sosyal sorumluluk bilinci ile kendi üzerine düşen görevi yaparak ?sosyal bir zincir? oluşturuyor. İşte bu sosyal zincir insanları birbirine kenetler!

Bütün bunlar niye mi? Çocuklar Gülsün Diye!
Çocuğum yok, anne değilim; ama çocuk sevgisinin ne olduğunu çok iyi biliyorum. Ben bu projeye çok inanıyorum ve elimden gelen her türlü çabayı gösterip bu sosyal zincire katılıyorum.

Bu ülkenin yavruları için bir şeyler yapmalıyız. Niye mi? Çünkü okula gitsin, okusun, bilsin, fikir sahibi olsun ve kendisine şırınga edilen fikirlere ?hayır? desin diye?

Siz de bu mutluluk veren zincirin içerisinde yer almak istiyorsanız işte bilgiler;
Hesap numarasına bağışta bulunmak için;
Garanti Bankası Şube Kodu: 395
Hesap No: TR970006200039500006211111

Banka ile filan uğraşamam diyorsanız da kolayı var?
Alın elinize telefonunuzu ve mesaj atın;
Turkcell SMS No: 1234
Vodafone SMS No: 2345

                                                                     ???

BU BİR İLANDIR! PATRON ARANIYOR – 12 Mart 2010

  • Şirketinde çalıştırdığı insanların ?köle? ve ?öcü? olmadığını,
  • Çalışanları değil, onların emeğini satın aldığını
  • Yüz yüze konuşmanın arkadan konuşmaktan daha etkili olduğunu,
  • Çalışanları birbirine düşürerek ve şirket içerisinde ilişkileri kızıştırarak verimin artmayacağını,
  • İyi ilişkileri olan çalışanların kendisi için bir tehlike olmadığını,
  • ?Günaydın?, ?Kolay gelsin?, ?İyi akşamlar? demenin borç para vermek olmadığını
  • Kendisinin olmasa da birlikte çalıştığı insanların özel yaşantılarının olduğunu,
  • ?Lütfen? demenin utanılacak bir şey olmadığını
  • Çalışanlarıyla aynı asansöre binmenin, aynı yemekhanede yemek yemenin, aynı otoparka park etmenin onu düşürmeyeceğini,
  • Patron olmanın emirler yağdırmak demen olmadığını,
  • Çalışanlarının arasında kendisinden daha zeki ve daha yaratıcı insanların olabileceğini,
  • Okul okumuş, tahsilli çalışanların kendisinde ego problemi yaratmaması gerektiğini,
  • Saygının el pençe divan durmak olmadığını,
  • Her cümlenin sonuna yerleştirilen ?efendim? kelimesi ile efendi olunamayacağını,
  • Mesai saatinin bitiminde ?ne oldu, çıkıyor musunuz?? sorusunun başarıyı asla getirmeyeceğini,
  • Her seferinde mesai saatinin bitimine 10 dakika kala toplantı yapmanın demotive etmek dışında başka hiçbir işe yaramadığını,
  • Geç gelenler listesinin erken gelmeyi sağlasa bile başarıyı arttırmayacağını,
  • ?Saygı duyulacak iş?, ?saygı duyulmayacak iş? diye bir ayrımın olmadığını, yapılan her işin şirkete mutlaka bir katkısının olduğunu,
  • ?Özür dilerim?, ?üzgünüm? kelimelerinin patronluk sıfatını alaşağı etmeyeceğini,
  • Çalışanların mesai saatleri içerisinde birbirlerini ziyaret etmelerinin ?lay lay lom? demek olmadığını, bir ihtiyaç olduğunu,
  • Çalışanların bir araya gelip sohbet etmelerinin kendisi için bir komplo olmadığını, sadece birbirleriyle paylaşımda bulunduklarını,
  • ?Benim telefonlarımı kendi işleri için kullanamazlar? diyerek çalışanların dahili hatlarını aramalara kapatmanın kötü bir niyet olduğunu,
  • Hasta olan bir çalışanı için ?geçmiş olsun, bir şeye ihtiyacı var mı acaba?? demenin ?kesin maaşından, evde yatıyor? demekten çok daha iyi sonuçlar doğurduğunu,
  • Tüm teknolojik olanakları kullanarak çalışanları dakika dakika izlemenin psikolojik bir sorun olduğunu,
  • Çalışanların şirkete bağlılıklarının artmasının o şirketin geleceği için hayati önem taşıdığını BİLEN
  • Her şeyden önce KENDİSİ ve bütün dünya ile BARIŞIK OLANPATRON aranıyor!

İlgilenen patron adaylarının niyetlerini anlatan kapak mektupları ve özgeçmişlerini REF: AGP kodu ile 15 Mart 2010 tarihine kadar gulayakcakoca@tasarim-atolyesi.com adresine göndermeleri rica olunur.

Tüm başvurular gizli tutulacaktır.

                                                                      ???

İŞLETMELERDE İLİŞKİ YÖNETİMİ – 4 Şubat 2010

Günümüzde tüketicinin ekonomi ve iş dünyası üzerinde belirleyici bir unsur olması işletme yönetimlerinin insanı ve ilişkileri göz önünde bulundurmaları gerekliliğini ortaya çıkartmıştır. Bilgi ve ilişki yönetiminin birbirleriyle olan entegrasyonu yeni ekonomik düzenin temelini oluşturmaktadır. İşletmelerin artık ilişkilerle yönetilmesi dolayısıyla içerisinde bulunduğumuz dönemi ?ilişki çağı? olarak adlandırmamız mümkündür. En basit haliyle ifade edecek olursak, ilişki yönetiminin temelinde işletmelerin tüm faaliyetlerini ilişki içerisinde bulunduğu kişi ve/veya grupların beklenti, istek ve ihtiyaçlarına göre yönlendirmeleri ve onlarla olumlu ilişkiler kurmaları veya mevcut olan ilişkilerini geliştirmeleri/ iyileştirmeleri yönünde çaba sarf etmeleri bulunmaktadır.

İçerisinde bulunduğumuz ilişki çağında işletmeler artık ?ilişki yönetimini? bir yönetim işlevi olarak görmek durumundadırlar. Bir işletmeyi rekabetçi kılan tüm temel yeterlilikler söz konusu olduğunda farklılık yaratacak performansı şüphesiz ki ?ilişki yönetimi? olacaktır. İşletme insana ve ilişkilerine önem vererek, onları yöneterek rakiplerine oranla stratejik bir üstünlük elde edecektir. İşletmelerde ilişki yönetimi, işletmeyi faaliyette bulunduğu toplum ve sosyal ortam ile bütünleştiren, gerek işletmenin iç çevresinde gerekse de dış çevresinde pozitif bir etkileşimin yaratılmasında etkili olan en önemli araçtır. Bu noktadan hareketle işletmelerin yaşamlarını maksimum etkinlikte sürdürebilmeleri için bir yandan dış çevre grupları ile öte yandan da işletme içerisindeki kişilerle iyi ilişkiler içerisinde bulunması gerektiğini söylemek doğru olacaktır.

Günümüze gelene kadar müşterilerin ve müşteriler ile geliştirilen ilişkilerin işletmeler için hayati önem taşıdığı söylendi. Ama artık sadece müşteriler ile iyi ve sağlam ilişkiler kurmak işletmenin geleceği için yeterli olmamaktadır. Peki ya çalışanlar? Peki ya tedarikçiler? Peki ya ortak? Müşterileri ile ilişkileri mükemmel fakat çalışanları ile ilişkileri son derece kötü olan bir işletmenin uzun süre yaşamını başarı ile sürdürebileceğine inanıyor muyuz? Tabii ki hayır.

Kapsamlı bir ilişki yönetimi, çalışanlarla, müşterilerle, satıcılarla ve zincirin ortakları ile iyi ilişkiler kurulması fikri üzerine odaklanmıştır. Başka bir ifade ile işletmelerde ilişki yönetimi, müşterilerin de ötesinde çalışanları, ortakları ve etkileşim içerisinde bulunulan diğer kişi ve grupları da içermektedir.

Artık şunu çok net söyleyebiliriz ki; toplum ile etkileşemeyen, bir çevre içerisinde faaliyet gösterdiğini benimseyemeyen, insanlarla ilişki kuramayan, işletmenin faaliyetlerinin ilişki içerisinde bulunduğu insanların duygu ve düşüncelerinden etkilendiğini hesaba katmayan, insanlardan kopuk iş yapmaya çalışan bir işletmenin varlığını devam ettirmesi ve uzun süre piyasada iş yapması mümkün değildir.

                                                                      ???

KAZ AKLI İLE TAKIM SİNERJİSİ – 1 Ocak 2010

Biliyor musunuz kazlar doğa bilimcileri tarafından en doğru yere, en kısa sürede, en az fire vererek göç eden kuşlar olarak saptanmış. Peki nasıl oluyor da ?kaz? deyip pek önemsemediğimiz bu hayvanlar hedeflerine maksimum etkinlikte ulaşıyorlar?

Hemen hemen hepimiz, kış için güneye doğru ?V? biçiminde yol alan kazları görmüşüzdür. Her kuş, oluşturdukları bu ?V? biçiminde kanatlarını çırparken hemen ardından kendisini takip eden diğer kuşu yukarı kaldıran bir kuvvet oluşturur ve bu sayede bütün sürü tek bir kuşun uçabileceğinden en az % 71 oranında daha uzun uçuş mesafesini elde eder. Olur da bir kaz karşılaştığı bir aksilik nedeniyle ?V? biçiminin dışına düşerse derhal havanın sürtünme kuvvetini hisseder ve önündeki kazın kendisine sağladığı kaldırma kuvvetinden yararlanabilmek için diğer kuşların temposunu yakalamaya ve gurubun içine dönmeye çalışır.

Guruba liderlik eden ve daha fazla kanat çırpan yaşlı kaz, yorulduğu zaman arkaya geçer, diğer genç, ama potansiyel lider olan kazlar ise öne doğru ilerler. İşte yaşanan bu rotasyon gurup içerisinde bulunan her kaza önderlik etme fırsatı vermektedir. Motivasyonun önemini ve gerekliliğini oldukça benimsemiş olan kazlar, arkada bulundukları sırada öndekilerin cesaretlerini arttırmak, onları yüreklendirmek ve en iyi şekilde önderlik etmek için öterler.

Vee?Bir kaz hastalanarak ya da mermi ile yaralanarak biçimin dışına düşmeye başladığı zaman gurup içinde yer alan diğer kazlardan ikisi yaralı kaza destek olabilmek ve onu koruyarak yeniden havalanmasına yardımcı olabilmek için guruptan ayrılır. Bu vefalı iki kaz, yaralı dostları uçmayı başarıncaya ya da ölünceye kadar onunla birlikte kalır.

Başlarken ?nasıl oluyor da bu kadar başarılı oluyorlar? diye bir soru sormuştum. Tek bir yanıtı var; ?Takım çalışması ve gurup sinerjisi??

Bildiğiniz gibi sinerji; insanların bir araya geldikleri zaman tek tek yapabileceklerinin toplamından fazlasını yapmaları anlamına geliyor. Yani atalarımızın uzun yıllar önce söylediği ?Bir elin nesi var iki elin sesi var? sözünün daha bilimsel ve daha bir modern bir karşılığı..

20.yüzyılın sonlarına doğru önemi oldukça artan bu kavramın içerisinde bulunduğumuz yüzyılda kurumların vazgeçemeyecekleri değerlerin arasında yer aldığını, kurumların karlılıklarını ve verimliliklerini arttırarak yaşamlarını sürdürmelerine katkıda bulunmaktadır. Çünkü takım çalışması ve sinerji her şeyden önce hiç kimsenin kaybetmediği, hep birlikte kazanmanın söz konusu olduğu ?Kazan-Kazan? anlayışını da beraberinden getirmekte, bu anlayış da yüksek nitelikli kararların daha çabuk alınmasını ve etkin düzeyde uygulanmasını, daha sıcak ilişkilerin kurulmasını, yetki ver sorumlulukların paylaşılmasını ve ekip üyelerinin risk üstlenebilmelerini sağlamaktadır.

Şimdi kaz sürülerine geri dönelim?

Kazların başarılarında en önemli etken; aralarında sağlam temellere dayandırılmış bir iletişim biçimini oluşturmalarıdır. Çünkü gurubun etkinliği ancak sağlıklı ilişkilerin kurulması ile mümkün olmaktadır. Sağlam iletişimin temelinde de ?her varlığın bir diğer için önemli olması? mantığı yer alır. Kazların birbirlerini önemsemeleri, etkin iletişim kurmalarını ve başarıya yönelmelerini sağlayan itici bir güç niteliğini taşımaktadır.

Kazların herhangi bir yerde durmadan ama buna karşılık dinlenerek yollarına devam etmeleri dikkatinizi çekti mi? Onlar durmuyorlar, devamlı yol katediyorlar; ama dinleniyorlar da… Önde olması dolayısıyla daha çok kanat çırpan yaşlı kaz, yorulduğu zaman yetki ve sorumluluklarını genç kazlara devrederek onların da risk üstlenebilmelerini ve guruba önderlik etmelerini sağlamaktadır. Gerçekten de risk alma öğrenme sürecinin önemli bir parçasıdır. Risk alma, kişinin neler yapabileceğini görme, bir bakıma kendi kendini keşfetme sürecidir aslında. Öyle ki; kazların oluşturduğu bu sinerjide her kaz bu süreçten yararlanma fırsatını elde etmektedir.

İşte insanlar kadar gelişmemiş oldukları halde kazların içgüdüsel olarak adeta ?tek yürek, tek ses? olup ortaya çıkardıkları mükemmel sinerjileri?

Kaz aklından öğreneceğimiz çok şey var!

                                                                      ???

KENDİMİ PAZARLIYORUM – 24 Ağustos 2009

?Ben kendimi pazarlama konusunda pekiyi değilimdir? diyor karşımdaki kişi? Kendisi iş dünyasının içinden ve üstelik mesleği de pazarlama!

İçimden ona ?İyi halt ediyorsun! Sen daha kendini pazarlayamıyorsun, şu anda başında olduğun ürünü nasıl pazarlayacaksın a şaşkın!? diyorum ve başlıyorum kendini pazarlayabiliyor olmanın kötü bir şey olmadığını anlatmaya.

Aslında mesleği pazarlama olan fakat ?kendini pazarlama?nın kötü bir şey olduğunu düşünen bu arkadaşa da kızmamak lazım. Analarımız ? babalarımız ve de değerli büyüklerimiz ?kendini göstermenin, kendinden bahsetmenin? terbiyesizliklerin başında geldiğini zihnimize kazıyıp durdular, adını da ?mütevazılık? koydular. O yüzdendir ki ?ben kendimi hiç pazarlayamam? diyenler bu cümleyi büyük bir erdeme sahiplermiş gibi kurarlar.

YANLIŞ!

Özellikle de işi pazarlama olan kişilerin kendilerini pazarlayamamaları mesleki bir ayıp bana göre.
?İşimi çok iyi yapmam kariyerim için yeterlidir? çağını çoktan geride bıraktık. Ne kadar eğitimli, tecrübeli ve ne kadar kabiliyetli olursanız olun bu meziyetlerinizi başkalarına sunmadıkça hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

Çok başarılı olduğunuzu düşünüyor, bu düşüncenizin oluşmasını sağlayacak kadar çok çalışıyor, doğru işler yapıyor ve hatta bunu hiç sekteye uğratmadan istikrarlı bir şekilde devam ettiriyorsunuz. Fakat sizinle aynı işi yapan X Bey, sizin başarı performansınızın biraz daha altında bir performansa sahip olmasına rağmen, hatta sizin 12 saat dolu dolu çalışmanıza karşılık onun daha az çalışmasına rağmen patronunuzun gözdesi olmasının, patronunuzun her fırsatta fikrini sorduğu kişi olmasının, sizden daha fazla para kazanıyor olmasının, siz kahve istediğinizde mırın kırın eden çaycının onun her servisine uçarak gidiyor olmasının ve başka şirketlerden daha çok iş teklifi alıyor olmasının mutlaka bir nedeni var.
X Bey yolunda başarıyla ilerlerken siz nerede yanlış yaptığınızı sorguluyor, onun sizden farkının ne olduğunu düşünüp duruyorsunuz değil mi? Sorunun cevabı; ?X Bey?in kendi kişisel markasını yaratması, kendi pazarlamasını doğru stratejiler ile yapıyor olmasın sakın??

Günümüzde kariyer için çok çalışmak ve doğru işler yapmak hiç ama hiç yeterli değil artık. Başarıya giden yol kendinizi bir çalışan olarak değil, bir marka olarak görüp bu markayı doğru pazarlamaktan geçiyor. Ancak altını kalınca çizmekte fayda var. Kendini pazarlamak demek; hava satmak, caka satmak, övünmek, ukalalık yapmak ve hırslarının esiri olmak değildir. Pazarlamanın başarı getirmesi için ?ürün? ün mutlaka iyi olması gerekiyor. Kötü bir ürünle insanları maksimum 2 defa kandırabilirsiniz. Dolayısıyla da kişisel pazarlamanızı yaparken de ürününüzün doğru olması gerekiyor. Önce doğru bir ürün oluşturun, sonra pazarlayın.

Yani yazımın özeti şu aslında;

Kendinizi bir marka haline getirdiğinizde ve markanızı pazarladığınızda sürekli olarak aranan, düşünceleri insanlar için önem taşıyan, kişileri yönlendiren, son sözü söyleyen, boşluğu fazlasıyla hissedilen, ismi ve başarısı dilden dile dolaşan kişi olacaksınız.
Demem o ki; ?ben kendimi pazarlama konusunda iyi değilimdir? yerine ?ben kendimi çok iyi pazarlıyorum? diye gururla söyleyin.

Utanmayın! İnanın bana utanacak hiçbir şey yok!

                                                                        ???

HR-PR ELELE – 8 Nisan 2009

İşletmelerde İnsan Kaynakları Birimi ( HR ) ile Halkla İlişkiler Birimi?nin senkronize hareket etmesiyle birlikte zaferin gelmesi de kaçınılmaz.

Ne zaferi mi? Müşteriler nezdinde kazanılan Müşteri Memnuniyeti Zaferi tabii ki…

Rekabet, globalleşme, pazar ve teknoloji gibi kavramlarla sıkça karşılaştığımız günümüzde, şirketleri benzerlerinden üstün kılan en önemli özellikleri; ?Müşteri Odaklı? yaklaşımlarıdır. Müşteri odaklı olmak, müşteri tatminin temel faktör olduğu rekabet koşullarında müşteriyi temel alan bir yaklaşıma sahip olmaktır. Müşterinin kayıtsız ? şartsız hakimiyeti elinde bulundurduğu bugün, artık şirketler için önemli olan para kazanmak değil, müşteriyi kazanmak ve daha da önemlisi kazanılan müşteriyi elde tutmak.

İşte müşteri kazanmanın ve/veya müşteriyi elde tutmanın da bir tek yolu var; 2000?li yıllarda şirketlerin en önemli sermayesi haline gelen ?İNSAN?… Halkla İlişkiler Birimi?nin işletmenin hedef kitlesine vaadettiği hizmetin ve memnuniyetin başlangıç noktası; insan.. Dolayısıyla aslında İnsan Kaynakları Birimi?ne büyük iş düşüyor. Geleneksel tanımı ile İnsan Kaynakları Yönetimi; bugün ve gelecekte işletmeye rekabet avantajı sağlayacak insan kaynaklarının elde edilmesiyle, elde tutulmasıyla, örgütsel ve bireysel performanslarının arttırılmasıyla ilgili politika ve stratejilerin oluşturulmasını, programların hazırlanmasını ve uygulanmasını içeren bir fonksiyondur. Bence artık İnsan Kaynakları Yönetimi?nin bu geleneksel fonksiyonu dışında işi; şirketin çatısı altında bulunan bütün çalışanlarının aktif katılımı ile müşteri memnuniyetini sağlamak ve bunun sonucunda da karlılığa ulaşmak olmalıdır.

Çünkü şu bir gerçektir ki; çalışanlar üzerinde motivasyon yokluğu, kötü çalışma koşulları, olumsuz tutum ve davranışlar, müşterilerin memnuniyetini ve dolayısıyla da şirkete/markaya bağlılıklarını doğrudan etkilemektedir. Gördüğümüz gibi; müşteri memnuniyeti ve onun arkasında yatan güç; İNSAN KAYNAKLARI.

Yani uzun lafı kısası; MEMNUN ÇALIŞAN=MEMNUN MÜŞTERİ=KAR/PARA

Şimdi işverenlere, patronlara ve yöneticilere sesleniyorum;

Çalışanlarınızı memnun etmekten, onlara yatırım yapmaktan korkmayın! Korkmayın, şımarmazlar.
Onlara sevginizi göstermekten çekinmeyin, gösterin! Siz sevginizi gösterdikçe onlar size daha çok bağlanırlar.
İnanın bana kazanırsız, onları hoş tutarsanız para kazanırsınız.
Hatta Halkla İlişkiler Birimi?niz de müşterilerinizi memnun etmek için çok fazla para harcamak zorunda kalmaz.